Yalnızlık birçok şair ve yazar tarafından biçimlendirilmiştir, ve bize de bunlar okutulmuştur yıllarca. Hepimiz Süreya’nın Üvercinka’sında yalnızlığın düz bir ova oluşunu, Asaf’ın tabiri ile yalnızlığın müziğin bile bizleri dinlemesini, ve Baudeliare’in yalnız olamamayı büyük bir mutsuzluk olarak tasvir ettiğini biliriz. Ancak kimse içimizdeki biçimiz yalnızlığı bilmiyor, bilemeyecek de.
Tıpkı parmak izlerimiz gibi, yalnızlık izlerimiz vardır bizim. Kimse peşine düşmez, biz de bu fiil için oldukça yaşlıyızdır mental olarak. İnsanoğlu yaratılışı boyu her varlığı düzenleyip, kendine göre yaratmak ister. İş, arkadaş ve aklınıza ne gelirse. Peki yalnızlığın da bir biçimi olur mu? Sokakta ellerimiz cebimizde kulaklıkla yürürken, karlı havada sarma tütünü tek dostumuz gibi bilirken veyahut insanlara güvenmenin tamamen saçmalıktan ibaret olduğunu anlarken…
Yalnızlığın birçok tanımı yapılır farklı lügatlarca. Nitekim, pek de matah değildir bunlar. Anlamlandıramadığımız, anlayamadığımız, sonuca bir türlü varamadığımız zamanlarda ortaya çıkar içimizdeki o biçimsiz yalnızlık… Her ne kadar adlandırmak istesek de bir türlü olmaz bu; ya sözcükler tasvir yeteneklerini yitirirler ya da biz aklımızı…
Başka şeylerde ararız sebebini bu biçareliğimizin; kitap sayfalarında, ismini hiç duymadığımız filmlerde, hiç tanımadığımız yabancılarda, kimsenin dinlemediği şarkılarda… Ancak biçimsiz yalnızlık, tüm bunlar yaşanırken öylesine nüksetmiştir ki benliğimize, düşünürken aklımızı yitirdiğimizi, hatta ne düşündüğümüzün bile farkına varamayışımıza kadar damarlarımızda hızlı surette akan kan misali içimizdedir. Kaçmaya çalışırız, insanlar tanırız bu mesuliyetin yerini az da olsa örtbas edebilmek için. Pişman oluruz. İçimizde yaşayan biçimsiz yalnızlık bizi asla yalnız bırakmaz, herkes bıraksa bile.
Sartre der ya, cehennem başkalarıdır diye, her yalnızlığımızdan kaçtığımızda içimizdeki cehennemle boğuşuruz. Kalemi defteri toplarız, dizelere dökmeyi, bu sancıdan bir an önce kurtulmayı isteriz. Kalemi defteri toplasak da kafamızı, düşüncelerimizi bir araya getirmemizin mümkünatı olmaz. Sözcükler de zaten her şeyi anlatmaya yetmez. Sonsuz bir evrende kaybolurcasına, düşüncelerimiz bize hayatı zindan eder, her varlıktan, her insandan kaçmak isteriz. Sorun düşüncelerimizdir aslında.
Hiç ummadığımız yerlerden darbe aldığımız müddetçe, düşüncelerimizin ağırlığı artar. Pessoa’msı şekilde kendimizi düş kurma sevdasına kaptırırız. Lakin gerçekler çarpar yüzümüze, gerçi düş kuracak vaktimiz olmayışı da cabası. Kendi kendimize bile konuşamaz olmuşuzdur artık. Aylarca, günlerce, saatlerce bu yalnızlığı nasıl tasvir edeceğiz diye düşünür dururuz. E, sonrası da malum, tımarhane…
Bir yanıt yazın